10 Kasım yaklaşıyor. Şimdi herkes kendi meşrebine uygun olarak Atatürk hakkında bir şeyler söyleyecek, yazıp çizecek. Kendilerini Atatürkçü olarak adlandıranlar onu öve öve bitiremeyecekler. Sarı saçları, mavi gözlerinden başlayarak giydiği gömleğin kol düğmelerine kadar şiirleştirecekler. Ne diyorsunuz, o olmasaydı adımız Yorgo olurdu. Yedi düvelle savaştı, hepsini kapı dışarı etti. Zalim padişahı bir daha geri gelmemek üzere kovdu. Üstelik rakıyı sarı leblebiyle birlikte içmeyi çok severdi. Onun karşısındakiler de boş durmayacak. 5186 sayılı kanunun korkusuyla olsa gerek bir kısım gizli hesaplarla saldırıya geçecekler. Aslında Atatürk Yahudi idi, hem de gizli bir mason. Annesi de pek iyi bir kadın değildi. Zaten kendisi de eşcinseldi. O yüzden Latife hanım ile evliliği uzun sürmedi. Ne mutlu Türküm dediğine bakmayın, o İngiltere'nin yetiştirdiği en büyük ajanlardan biriydi. James Bond onun eline su dökemez. Osmanlıyı de o yıkıp Cumhuriyeti kurdu. Bu arada 10 Kasımı anmaya çalışan bir kısım kurumların yetkilileri de çaresizlik içinde her iki tarafı kırmamak için suya sabuna dokunmayan bildiriler hazırlamaya çalışacaklar. Sonunda ilkokul yıllarından beri dinleye dinleye ezberlediğimiz Atatürk hikayeleri piyasaya çıkacak. Şarapnel parçasıyla göğsünde kırılan saat, manevi kızı Ülkü'yü severken çekilmiş resmi, Florya'da denizde yüzerken alınmış görüntüleri bilmem kaçıncı kere önümüze sürülecek. Vatandaş bu kavram kargaşası arasında bir türlü Atatürk'ün gerçek kimliğini öğrenemeyecek.
Bu kargaşa 1830 larda Tanzimat ile başladı. O tarihlerde Osmanlı Devleti fiilen çökmüştü. Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, yerine düzgün bir ordu kurulamamış, sanayi ise yok denecek kadar azdı. Bir kısım aydın, ilerleyen, güçlenen Avrupa karşısında onlarla aynı siyasal, kültürel ve hukuksal kurumları benimsersek onlar gibi güçleneceğimiz inancını taşıyorlardı. Tanzimat ilan edildi, Avrupa'nın çoğu kurumları bire bir kopya edildi. Ama bu değişiklik Osmanlı devletine bir büyük borç yükü kazandırmaktan başka işe yaramadı.
Başta İngilizler olmak üzere tüm Avrupa gidişattan memnundu. Taki Padişah Abdülaziz işin farkına varana kadar. Ancak ömrü yetmedi. İngilizlerin planladığı bir komplo ile tahtından indirilerek şehit edildi. Yerine geçen Abdülhamit Han oldukça hazırlıklıydı. Devlette bir çok yenilikler yaptı. Ama iş işten geçmişti. Ölüyü diriltmek mümkün değildi. Otuz üç yıl dayanabildi. Bir darbe ile tahttan indirildi. Daha sonra iktidara gelen ittihat ve Terakki devletin ölüm fermanını imzaladı. Katıldığımız I.Dünya Savaşı sonunda yenik düştük ve tüm yurdumuz başta İngilizler olmak üzere düşmanlar tarafından işgal edildi. Artık Osmanlı Devleti diye bir şey kalmamıştı. 1918 yılında Padişah Vahdettin tahta çıkma sırası geldiğinde şöyle demişti " Bu da mı gelecekti başıma".
İşte Atatürk bu sıralarda bambaşka bir programla ortaya çıktı. Padişahlığın ve Osmanlı imparatorluğunun sürdürülemeyeceğini biliyordu. O sıralarda tüm dünya egemeni İngiltere idi. İngiltere ile yaptığı savaşı kaybetmiş ve ordusu dağıtılmış bir ülkenin imparatorluk hayalinde ısrar etmesinin bir anlamı yoktu. İngiltere'nin kuyruğuna basmayacak ve onun dünya egemenliğine ses çıkarmayacak, kendi kabuğuna çekilmiş bir Türkiye Cumhuriyeti en uygunu olacaktı. Zaten İngiltere de bunu bildiği için Yunanlıları üzerimize salmış ve böylelikle son gücümüzü de tüketmiştik. Halifelik ise siyasi bir makamdı. Tüm dünya Müslümanlarını bir siyasi birlikte toplamak o zaman için mümkün değildi. Böylece halifelik de kaldırılmış oldu.
Ancak iş bitmemişti. Şimdiye kadar kimsenin düşünmeyi akıl edemediği bir şey vardı. Zamanın aydınları, buna Atatürk'ün yanındaki çoğu kimse de dahildi, Osmanlı'nın geri kalmasının tek nedeninin İslam dini ve yaşam biçimi olduğunu düşünüyor, İslam dininin gücü kırılır ve Avrupai bir yaşam biçimi sürdürülürse her şeyin düzeleceğine inanıyordu. Halbuki esas mesele ekonomikti. Ticaret yolları üzerindeki Osmanlı bu yollar üzerindeki konumundan yararlanarak aldığı vergilerle ayakta kalmış, Avrupa'nın keşifleri yapıp, hele Amerika kıtasını bulmasıyla bu yolların önemi kalmamış ve devlet fakir düşmüştü. Buna karşılık Avrupa elde ettiği ticari gelirle sermaye birikimini tamamlamış, nüfus fazlasını yeni kıtaya aktarmış, tüm doğu ülkelerini ve Afrikayı sömürgeleştirmişti. Reform adı altında ise Hristiyan dinini kapitalizmin çıkarlarıyla çatışmayacak biçimde değiştirmişti. Karl Marks Das Kapital'i yazmış, Adam Smith kapitalizmin temel ilkelerini belirlemişti.
Atatürk ekonomi bilimi alanında ne kadar geri kaldığımızın farkına vararak 1923 yılı Mart ayında İzmir İktisat Kongresini toplayarak kurulacak cumhuriyetin temel ekonomik yapısının tartışılmasını sağladı. Aradan geçen yüzyıl boyunca çeşitli dalgalanmalara rağmen ülkemiz modern iktisat ilmine bağlı olarak yönetiliyorsa biz bunu bu kongreye borçluyuz.
Şimdi aradan yüzyıl geçti. Osmanlının çökmesinin nedeninin İslam dini olmadığı bizzat Atatürk'ün öncülüğündeki iktisadi çalışmalarla anlaşılmış oldu. Artık İmam Hatip mezunu bir Cumhurbaşkanımız var ve onun öncülüğünde ülkemiz önemli siyasi, ekonomik ve teknolojik başarılara imza atıyor. Dini aidiyetin ekonomiye pek fazla bir etkisi olmadığı şu son savaşta ortaya çıktı. Ortodoks Hristiyan Rusya sıcak evlerinde yaşarken, Protestan, Katolik ve ateist Avrupa soğuktan donuyor. O halde Türkiye'de siyaset yaparken 19 yüzyılın modası geçmiş kavgalarını sürdürmek, üstelik bu kavgaları hiçbir temele dayanmayan karşılıklı iftiralar üzerinden yapmak birliğimizi bozmak dışında birşeye yaramaz diye düşünüyoruz.